15 Temmuz 2007 Pazar

Karanlık Bir Salonda Ruhunu Aramak!

Film izleyen insanlar kimlerdir, kimler film seyredeler, neleri seyrederler. Hangileri daha çok izlenir. Bu soruluları çoğaltmak mümkün. Bir çok insanın Türk sinemasının gelecegi üzerine konuşurken ortaya atttığı bir fikri vardır. Kimileri seyircinin nelerden hoşlandığınından bahsederken, kimileri hangi mevsimde izledikleri ile ilgileniyor. Ben bugune kadar bakılmıyan bir pencereyi aralamak istiyorum.

Her yıldüzenli olarak yayınlanan ve kısa süre önce açıklanan Merrill Lynch ve CapGemini tarafından hazırlanan “Dünya Zenginlik Raporu”na göre 1 milyon Dolar’ın üzerinde kişisel serveti olan insan sayısı 9,5 milyon kişiye, bu insanların toplam serveti ise 37,2 trilyon Dolar’a ulaşmış durumda.

Dünya nüfüsu 7 milyar insanı geçtigine göre, bu rapordan şöyle bir sonuç çıkartmak mümkün: Dünya gelirlerinin %99’unu dünya nüfüsunun %7 kazanıyor. Geriye kalan 7 milyar insan ise %1 ile yetinmek durumunda.

Burada kalkıp kapitalist ekonomi üzerine yazıp çizecek degilim. Ben bir yapımcı ve yönetmenim. Filmler yaparım, sadece seyircimi tanımaya ve tanıtmaya çalışıyorum. Pastanın bu şekilde dağıtıldığı bir dünyada, insanlar para vererek karanlık salonlara geldiklerinde bekledikleri bir şeyler vardır. Hayatları boyunca kaybeden bu insanlar; bir kez olsun kazanmak, bir kez olsun doğru bir şeyler yapmak istiyorlar. Hepsi de parasal olarak kaybeden degil. Bir çoğu erdemlerini yitirmiş ve bunun farkında olan insanlar. Bu dağılım onları ömürleri boyunca inanmadıkları şeyler yapmak zorunda bırakmıştır çünkü. Bir çoğunun idealleri vardı, sevdikleri ve sevmedikleri. Fikirleri vardı, karşı durmak istedikleri ve yanında yeralmak istedikleri. Ama dağılımın ağır şartları onları istemedikleri fikirleri savunmaya, onlar için çalışmaya ve hatta sevmediklerini sevmeye itti.

İşte karanlık bir salona para vererek masumiyetlerini geri almaya, onu yeniden kazanmaya geliyorlar. Çünkü kadraj turnasol kağıdından daha hassastır. Her türlü insan deneyine açıktır. Hiçbir kötü ondan saklanamaz. Bir adamın bakışı, çerçevedeki yeri çoğu zaman onu anlamamıza yeter. Normal hayatta hiç suçlamadığımız harekteleri yapanlar filmlerin dünyasında lanetlenirler. Etrafımızda herkes yalan söyleyip birbirini kandırırken ve hiçbirimiz buna karşı çıkmazken(çünkü kendimizde olanların bir parçasıyızdır) filmlerin dünyasında yalan söyleyen, insanları kandıranlar lanetlenir ve ne olursa olsun cezalandırılırlar.

Sinemada kahraman bizim yapmaya cesaret edemedigimiz işleri yapan ve olmak istedigimiz ahlaki duyarlılığa sahip olan insandır. Pastanın en kenarında yaşam mücadelesi veren ve inanmadığı şeyler yapmaktan dolayı ruhu kirlenen insanın intihar yerine yaşama tutunma ve temizlenerek, anlıkta olsa iyilerin safına katıldığı yerdir sinema. Peki bu insanların sonu iyi biten filmlerden beklentilerini karşılaması kötü bir şey midir? Seyirciyi tanımak yerine onun neyi izlemesinin daha iyi olacağını konuşmakla uğraşanlar için evet bu kötü bir durumdur.

Her şey ve her yer bu kadar igdiş edilmişken insanların karanlık salonlara gelip bir an olsun kendisini iyi hissetmesini sağlamak ve salondan yüzünde genişleyen bir tebessüm ve gögsünde kabaran bir gurur duygusuyla ayrılması kötü müdür. Kimilerince evet. Çünkü bu kaçış sinemasıdır. Bu lafı duydukça hemen aklıma J.R.Tolkien geliyor. Yüzüklerin Efendisi serisini yayınladığında ve kitap hızla insanlara arasında yayıldığında, “Bu yaptığınız kaçış edebiyatı degil mi?” diye soranlara verdigi nefis bir cevap vardır. “Evet” der Tolkien, “ Kaçış edebiyatı, ama kaçış yalnızca gardiyanları korkutur!” Okuyucusunu tanıyan ve onun huzuru arayışına kendince cevap vermeye çalışan bir yazar tarafından verilmiş tarihi bir cevaptır bu.

İnsanın içene sokulduğu bu amansız cendereden çıkabilemek için tutunduğu dallardan biridir sanat. Çıkmanın mükün olmadığını gördügünde ise ruh ve beden hayatta kalmak için dirence geçip hayal dünyasına yönlendiriyor insanı. Peki bu uyuşturucu mudur? Hayır degildir. Uyuşturucu bir insanın, hayata yeniden sarılıp erdemli bir insan olmak için bir kez daha denemesini sağlayamaz. Ama iyi bir film tüm bunları yapabilir. Seyirci işte kendi masumiyetini ona yeniden kazandıracak olan böyle filmlerin peşindedir. Ve karanlık salonlara bu sebepten gider.

Bir iki örnekle konuyu açalım. 1997 de gösterime giren ve gösterime girdigi tüm ülkelerde aynı etkiyi yapan “Titanic” filmini ele alalım. Sinemada izlenme oranları üzerinden gidersek, Kuzey Amerika’da bu güne kadar en çok bilet alınarak izlenilen film olma ünvanını yıllardır kimseye kaptırmıyor. Bu durum dünya genelinde de aynı. Garip olan bu filmin hem Kuzey Amerika’daki hemde dünyadaki en yakın takipçisiyle aralarında %40 a varan fark bulunurken ikinci sıradaki filmler ile diger takipçiler arasında mikro boyutta farklar bulunması.


Dünya Genelinde İlk 5 Film ve Aralarındaki Yüzdelik Fark

1.TITANIC $1,835,300,000

2.The Lord of The Rings – Return The King $1,129,219,252 %39,5

3.Pirates Of The Carrabien – Dead Man’s Chest $1,060,332,628 %42,5

4.Harry Potter And The Sorcerer’s Stone $968,657,891 %47,5

5.Pirates Of The Carrabien – At The World’s End $926,262,030 %49,5



Kuzey Amerika'da İlk 5 Film ve Aralarındaki Yüzdelik Fark

1.TITANIC $600,788,188

2.Star Wars ($322.7M + $138.3M from 1997 SE) $460,998,007 %23,5

3. Shrek 2 $441,226,247 %26,5

4.E.T. : The Extra Terrestrial ($399.8M + 2002 SE) $435,110,554 %27,5

5.Star Wars Episode I: The Phantom Menace $431,088,301 %28,5


Elbette ki bir filmi iyi yapan faktörlerin hiçbirisi hasılat rakamlarıyla degerlendirilemez. Ama bir filmin tüm filmleri açık ara geride bırakarak vizyona girdigi tüm ülkelerde benzer tablolara imza atması dikkatle incelenmesi gereken bir vakıa.

Şimdi gelelim filmin kendisine. Filmin genel hikayesi daha önce sayısız defa sinema ve televizyona uyarlanmış ve sonunu filmi izlemeden bildiginiz bir öyküye sahip. Herkesce bilenen bir şekilde filmin sonunda gemi batar. Peki nasıl oluyorda farklı ırk ve milliyetten yüz milyonlarca insanın üzerinde aynı etkiyi bırakmayım başarıyor. Nasıl oluyorda yüz milyonlarca insan para vererek sonunu baştan bildikleri bir filmi izlemek için karanlık salonlara geliyorlar. Benim açımdan bunun cevabı çok açık. Jim Cameron milyarlarca insanın içinde yaşama savaşı veren ve gittikçe hedonizm karşısında küçülen ve onları insan yapan yegane degerlerden birine dokunmayı başarmıştı. Masumiyet… Tek gecelik ilişkilerin standarda dönüştüğü, adına “fuck budy” denen bir arkadaşlık ilişkisinin toplumları igdiş ettiği, grup ilişkilerin, swingerların bebek tecavüzcülerinin haberlerinin günlük olay haline geldigi bir dünyada “aşkı için ölen”, “sen yoksan bende yokum” diyen bir “zengin kız fakir erkek” hikayesi masumiyet anıtı olarak dikilmiştir karşımıza. Herkesin içindeki insan kalan bir yerden tutunarak ilerlemiştir. İşte insanlar bu yüzden sinemeya giderler. Yoksa ne kullanılan görsel efektler, ne de devasa reklam kampanyaları bu etkiyi yapamaz. Spielberg görsel efektlerin emekleme çağında, dinazorları on binlerce yıl aradan sonra yeniden karanlık salonlarda yarattığında bu etkiyi alamadı. İnsanların hayatta göremeyecekleri uzay maceralarıyla bizi karanlık salonlara çağıran ve tüm dünyada din gibi yayılan modern bir mitoloji yaratan George Lucas Star Wars’la bu etkiye yaklaşamadı bile.

İncelenmeye deger bir diger film ise bambaşka sebeplerden dolayı önemli. Film 2000 yılında Ridley Scott tarafından yapılan Gladiator filmi. Filmin kahramanı hırslarından arınmış ve makam, mevki peşinde koşmayan, ailesine düşkün bir general. Onun korunmuş masumiyeti de hırslarından arınmış olmasından kaynaklanıyor. Bu filmin önemi bu noktadan başka bir yerde. Kahraman mutlu sonu göremeden ölür. Neden? Çünkü ruhu kirletilmiş ve insanlığının ırzına geçilmiş birey artık tüm duygulara ve fikirlere karşı duyarlılığını yitirmiştir. Bu sebepten uğruna ölünebilecek bir fikre muhtaçtır. Bu bir önceki örnekte “aşk” iken, bu filmde “demokrasi” fikridir.

Bu örneklerin sayısını çoğaltmak mümkün. Sonuç olarak sosyal adaletsizlik ve insan doğasına saldırı bu şekilde devam ettigi sürece sinemada aranan şey “masumiyet” olmaya devam edecektir.