29 Kasım 2007 Perşembe
DRAMA
Türkiye'nin bu ilk ve tek gerçek zamanlı dizisinde benimle birlikte ter döken tüm oyuncu arkadaşlarıma ve ekibime şimdiden teşekkür ederim.
15 Ağustos 2007 Çarşamba
‘Warketing’i yanlış anlamak ya da bedevi ahlak: Ziraat Bankası reklam filminin kamera arkası!
MediaCat Forum 2005’te ‘Warketing: Pazarlamada Zafere Giden Yol’ teması altında yapılan konuşmalardan birine götürmek istiyorum sizi. Ünlü pazarlama gurusu ve stratejisti Chin Ning Chu, pazarlama savaşları için Sun Tzu bilgeliğinden faydalanarak dersler veriyordu. Engin bilgi birikimini aktarırken, bir taraftan da olmamız gereken kişi hakkında bizi aydınlatıyordu. Chin Ning Chu’ya göre bir liderin vazgeçilmez beş özelliği vardı. “Liderliğin birinci kuralı şudur: Yönetmeniz gereken ilk kişi sizsiniz.” Evet, lider olmanın yanında iyi bir insan olmanın da yolu buradan geçer. Sizi yolda gördüğünüz sahipsiz parayı almaktan alıkoyan dürtü, kendinizi yönetebilmenizden geçer. Ancak o zaman sahipsiz bile gözükse sizin olmadığını bildiğiniz bir mala dokunmazsınız. Lider olmak için önce kendinizi yöneteceksiniz.
TV’de Ziraat Bankası’nın reklam filmini gördüğümde ‘erdem’ kelimesinin ailemin oturduğu apartmanın ismi olmaktan daha derin bir manaya sahip olduğu duygusu yara aldı. İki yıl önce karlı bir kış günü elimde malum “senaryo ve storyboard’larla” yollara düşüp, Ankara TCDD Genel Müdürlüğü’nde yetkililerle görüşerek ülkedeki en eski lokomotifleri buldurup, bunlarla çalışma prosedürlerini tamamlayıp, tüm Türkiye’deki fotograflanmış demiryolu tünellerinin ve köprülerinin dökümanlarını da alarak İstanbul’a döndüğümde projenin belirtilmeyen bir tarihe kadar ertelendiğini öğrenmiştim.
Filmi televizyonda izleyene kadar bu proje benim için, ‘yapılamamış filmler kataloğu’ndaki yerini çoktan almıştı. Film için hazırlanmamı isteyen Selim Tuncer’in “Seni çok yorduk, ama bu birikim belki başka projede işine yarar!” nüktesi de hoş bir seda olarak kalmıştı. Ama gelin görün ki, büyüklükleri ve sektöre yön verme güçleri anlatılırken koskoca cümlelerle adları yanyana gelen insanlar ve şirketlerin aslında ne kadar küçücük olabilecekleri gün yüzüne çıktı. Bu insanlar, yazımın başında bahsettiğim toplantıda konuşan bir diğer konuşmacı Guy Kawasaki’nin Romanyalı heykeltraş Constantin Brancusi’den aktardığı “Tanrı gibi yarat, kral gibi yönet, köle gibi çalış!”* sözünü hiç duymamış sanırım. Duydularsa onların tanrısından da şüphe ederim. Benim bildiğim, Tanrı eşsiz bir yaratıcıdır. Taklit yoktur onda ve onun eşsiz yaratıcılığıdır ilham veren. İşte Warketing’i ancak bir Mogol istilacısının ya da bir bedevinin anlıyabileceği şekilde kavrayan bu zihniyet, anladığım kadarıyla eski Araplar gibi tanrılarını helvadan yapıyorlar ve sıkıştıkları yerde de onları yiyiyorlar.
Bize Warketing’in bu bedevi yorumunu tüm incelikleriyle gösterdikleri için ilgili kurumları ve “lider”lerini kutluyorum!
Koray Demir
Yönetmen
*,** : Konuşmaların metinleri için; MediaCat taradınan çıkarılan ‘Warketing Pazarlamada Zafere Giden Yol’ kitabına bakılabilir. - ISBN: 975-6347-93-7 |
15 Temmuz 2007 Pazar
Karanlık Bir Salonda Ruhunu Aramak!
Her yıldüzenli olarak yayınlanan ve kısa süre önce açıklanan Merrill Lynch ve CapGemini tarafından hazırlanan “Dünya Zenginlik Raporu”na göre 1 milyon Dolar’ın üzerinde kişisel serveti olan insan sayısı 9,5 milyon kişiye, bu insanların toplam serveti ise 37,2 trilyon Dolar’a ulaşmış durumda.
Dünya nüfüsu 7 milyar insanı geçtigine göre, bu rapordan şöyle bir sonuç çıkartmak mümkün: Dünya gelirlerinin %99’unu dünya nüfüsunun %7 kazanıyor. Geriye kalan 7 milyar insan ise %1 ile yetinmek durumunda.
Burada kalkıp kapitalist ekonomi üzerine yazıp çizecek degilim. Ben bir yapımcı ve yönetmenim. Filmler yaparım, sadece seyircimi tanımaya ve tanıtmaya çalışıyorum. Pastanın bu şekilde dağıtıldığı bir dünyada, insanlar para vererek karanlık salonlara geldiklerinde bekledikleri bir şeyler vardır. Hayatları boyunca kaybeden bu insanlar; bir kez olsun kazanmak, bir kez olsun doğru bir şeyler yapmak istiyorlar. Hepsi de parasal olarak kaybeden degil. Bir çoğu erdemlerini yitirmiş ve bunun farkında olan insanlar. Bu dağılım onları ömürleri boyunca inanmadıkları şeyler yapmak zorunda bırakmıştır çünkü. Bir çoğunun idealleri vardı, sevdikleri ve sevmedikleri. Fikirleri vardı, karşı durmak istedikleri ve yanında yeralmak istedikleri. Ama dağılımın ağır şartları onları istemedikleri fikirleri savunmaya, onlar için çalışmaya ve hatta sevmediklerini sevmeye itti.
İşte karanlık bir salona para vererek masumiyetlerini geri almaya, onu yeniden kazanmaya geliyorlar. Çünkü kadraj turnasol kağıdından daha hassastır. Her türlü insan deneyine açıktır. Hiçbir kötü ondan saklanamaz. Bir adamın bakışı, çerçevedeki yeri çoğu zaman onu anlamamıza yeter. Normal hayatta hiç suçlamadığımız harekteleri yapanlar filmlerin dünyasında lanetlenirler. Etrafımızda herkes yalan söyleyip birbirini kandırırken ve hiçbirimiz buna karşı çıkmazken(çünkü kendimizde olanların bir parçasıyızdır) filmlerin dünyasında yalan söyleyen, insanları kandıranlar lanetlenir ve ne olursa olsun cezalandırılırlar.
Sinemada kahraman bizim yapmaya cesaret edemedigimiz işleri yapan ve olmak istedigimiz ahlaki duyarlılığa sahip olan insandır. Pastanın en kenarında yaşam mücadelesi veren ve inanmadığı şeyler yapmaktan dolayı ruhu kirlenen insanın intihar yerine yaşama tutunma ve temizlenerek, anlıkta olsa iyilerin safına katıldığı yerdir sinema. Peki bu insanların sonu iyi biten filmlerden beklentilerini karşılaması kötü bir şey midir? Seyirciyi tanımak yerine onun neyi izlemesinin daha iyi olacağını konuşmakla uğraşanlar için evet bu kötü bir durumdur.
Her şey ve her yer bu kadar igdiş edilmişken insanların karanlık salonlara gelip bir an olsun kendisini iyi hissetmesini sağlamak ve salondan yüzünde genişleyen bir tebessüm ve gögsünde kabaran bir gurur duygusuyla ayrılması kötü müdür. Kimilerince evet. Çünkü bu kaçış sinemasıdır. Bu lafı duydukça hemen aklıma J.R.Tolkien geliyor. Yüzüklerin Efendisi serisini yayınladığında ve kitap hızla insanlara arasında yayıldığında, “Bu yaptığınız kaçış edebiyatı degil mi?” diye soranlara verdigi nefis bir cevap vardır. “Evet” der Tolkien, “ Kaçış edebiyatı, ama kaçış yalnızca gardiyanları korkutur!” Okuyucusunu tanıyan ve onun huzuru arayışına kendince cevap vermeye çalışan bir yazar tarafından verilmiş tarihi bir cevaptır bu.
İnsanın içene sokulduğu bu amansız cendereden çıkabilemek için tutunduğu dallardan biridir sanat. Çıkmanın mükün olmadığını gördügünde ise ruh ve beden hayatta kalmak için dirence geçip hayal dünyasına yönlendiriyor insanı. Peki bu uyuşturucu mudur? Hayır degildir. Uyuşturucu bir insanın, hayata yeniden sarılıp erdemli bir insan olmak için bir kez daha denemesini sağlayamaz. Ama iyi bir film tüm bunları yapabilir. Seyirci işte kendi masumiyetini ona yeniden kazandıracak olan böyle filmlerin peşindedir. Ve karanlık salonlara bu sebepten gider.
Bir iki örnekle konuyu açalım. 1997 de gösterime giren ve gösterime girdigi tüm ülkelerde aynı etkiyi yapan “Titanic” filmini ele alalım. Sinemada izlenme oranları üzerinden gidersek, Kuzey Amerika’da bu güne kadar en çok bilet alınarak izlenilen film olma ünvanını yıllardır kimseye kaptırmıyor. Bu durum dünya genelinde de aynı. Garip olan bu filmin hem Kuzey Amerika’daki hemde dünyadaki en yakın takipçisiyle aralarında %40 a varan fark bulunurken ikinci sıradaki filmler ile diger takipçiler arasında mikro boyutta farklar bulunması.
Dünya Genelinde İlk 5 Film ve Aralarındaki Yüzdelik Fark
1.TITANIC $1,835,300,000
2.The Lord of The Rings – Return The King $1,129,219,252 %39,5
3.Pirates Of The Carrabien – Dead Man’s Chest $1,060,332,628 %42,5
4.Harry Potter And The Sorcerer’s Stone $968,657,891 %47,5
5.Pirates Of The Carrabien – At The World’s End $926,262,030 %49,5
Kuzey Amerika'da İlk 5 Film ve Aralarındaki Yüzdelik Fark
1.TITANIC $600,788,188
2.Star Wars ($322.7M + $138.3M from 1997 SE) $460,998,007 %23,5
3. Shrek 2 $441,226,247 %26,5
4.E.T. : The Extra Terrestrial ($399.8M + 2002 SE) $435,110,554 %27,5
5.Star Wars Episode I: The Phantom Menace $431,088,301 %28,5
Elbette ki bir filmi iyi yapan faktörlerin hiçbirisi hasılat rakamlarıyla degerlendirilemez. Ama bir filmin tüm filmleri açık ara geride bırakarak vizyona girdigi tüm ülkelerde benzer tablolara imza atması dikkatle incelenmesi gereken bir vakıa.
Şimdi gelelim filmin kendisine. Filmin genel hikayesi daha önce sayısız defa sinema ve televizyona uyarlanmış ve sonunu filmi izlemeden bildiginiz bir öyküye sahip. Herkesce bilenen bir şekilde filmin sonunda gemi batar. Peki nasıl oluyorda farklı ırk ve milliyetten yüz milyonlarca insanın üzerinde aynı etkiyi bırakmayım başarıyor. Nasıl oluyorda yüz milyonlarca insan para vererek sonunu baştan bildikleri bir filmi izlemek için karanlık salonlara geliyorlar. Benim açımdan bunun cevabı çok açık. Jim Cameron milyarlarca insanın içinde yaşama savaşı veren ve gittikçe hedonizm karşısında küçülen ve onları insan yapan yegane degerlerden birine dokunmayı başarmıştı. Masumiyet… Tek gecelik ilişkilerin standarda dönüştüğü, adına “fuck budy” denen bir arkadaşlık ilişkisinin toplumları igdiş ettiği, grup ilişkilerin, swingerların bebek tecavüzcülerinin haberlerinin günlük olay haline geldigi bir dünyada “aşkı için ölen”, “sen yoksan bende yokum” diyen bir “zengin kız fakir erkek” hikayesi masumiyet anıtı olarak dikilmiştir karşımıza. Herkesin içindeki insan kalan bir yerden tutunarak ilerlemiştir. İşte insanlar bu yüzden sinemeya giderler. Yoksa ne kullanılan görsel efektler, ne de devasa reklam kampanyaları bu etkiyi yapamaz. Spielberg görsel efektlerin emekleme çağında, dinazorları on binlerce yıl aradan sonra yeniden karanlık salonlarda yarattığında bu etkiyi alamadı. İnsanların hayatta göremeyecekleri uzay maceralarıyla bizi karanlık salonlara çağıran ve tüm dünyada din gibi yayılan modern bir mitoloji yaratan George Lucas Star Wars’la bu etkiye yaklaşamadı bile.
İncelenmeye deger bir diger film ise bambaşka sebeplerden dolayı önemli. Film 2000 yılında Ridley Scott tarafından yapılan Gladiator filmi. Filmin kahramanı hırslarından arınmış ve makam, mevki peşinde koşmayan, ailesine düşkün bir general. Onun korunmuş masumiyeti de hırslarından arınmış olmasından kaynaklanıyor. Bu filmin önemi bu noktadan başka bir yerde. Kahraman mutlu sonu göremeden ölür. Neden? Çünkü ruhu kirletilmiş ve insanlığının ırzına geçilmiş birey artık tüm duygulara ve fikirlere karşı duyarlılığını yitirmiştir. Bu sebepten uğruna ölünebilecek bir fikre muhtaçtır. Bu bir önceki örnekte “aşk” iken, bu filmde “demokrasi” fikridir.
Bu örneklerin sayısını çoğaltmak mümkün. Sonuç olarak sosyal adaletsizlik ve insan doğasına saldırı bu şekilde devam ettigi sürece sinemada aranan şey “masumiyet” olmaya devam edecektir.
15 Mayıs 2007 Salı
Merhaba Derken
Siteme Hoş Geldiniz! İçimden yükselen seslerle karşılamak istiyorum sizi…
Yaratmak Tanrı'nın toprağa ruhundan üflemesiyle başlar. İnsan da yaratıma kendi ruhundan üfleyerek başlar. Öncelikle kağıda ruhundan üfleyen adam onu A4 ten bir senaryoya çevirir. Ardından bu sureç peliküle ruhundan üfleyen başka bir adamla senaryonun film haline gelmesini sağlar.
İşte bu süreçte oluşan zaaflar yaratımı aksatır.İşi fabrikasyona dökmek doğal olarak yaratımı üretime dönüştürür. Yaptığı işte hep bir adım ötesini aramak, iyi olanla tatmin olmayıp bunu inancına yerleştirmek mutlaka daha iyiyi ortaya çıkartacaktır.
Çünkü,
İnanmak her dilde güzeldir. İki insanı birbirinden ayıran en temel şey inançlarıdır. Bir insana inanmak, bir fikre inanmak, bir dine inanmak, bir filme inanmak. Gerçek bir inanç aynı zamanda inandırmayı, inandırıcı olmayı da beraberinde getirir. Başarıya giden yol inanmaktan geçer. Believe…
Food & Booze beş duyu harekete geçmeden tam olmuş sayılmaz! Reklam filmleri genel olarak işitme ve görme duyularına hitap ederler. Ancak çok az film diğer duyuları harekete geçirmeyi başarır. Benim iddiam beş duyuyu harekete geçiren reklam, gerçekten Food&Booze işi olabilmiş demektir. Kendimi ancak o zaman başarılı görürüm. Kevork Tavityan Lalin filminin şarkısını söylemek için stüdyoya girdiğinde; “Ekranı yalamak istiyorum!” demişti. Beş duyuyu harekete geçirmek, kabaca işte bu demek.
Nesnelere ruhlarından üfleyenler adına…
Koray Demir